Dünya yaklaşık olarak 4,5 milyar yıl yaşındandır. Dünyada bu 4,5 milyar yılın 4 milyarından fazlasında insansız bir hayat var olmuştur. İnsan var olduğu günden itibaren doğayla yaşamayı öğrenmeye çabalamış ve doğada yaşamıştır.
Binlerce yıldır doğayı ve doğanın unsurlarını değerlendirip yaşama tutunan insanın gün geçtikçe yeryüzüne, doğaya müdahalesi artmıştır. Bu müdahale son yüz yıllarda daha da artmış durumdadır. Fakat insan türünün doğaya müdahale ile doğaya muhtaç paradoksunda araya sıkışmış durumda olduğunu açıkça söyleyebiliriz.
İnsan türü olarak içerisinde yaşadığımız köylerin, kasabaların ve hatta şehirlerin orijinalde doğanın ‘tahribi’ ile oluşturulmuş olduğunu unutmaktayız. Biyolojik çeşitliliği ezip geçtiğimiz, tükettiğimiz ve kullandığımızın farkına çok sonra varmış bulunmaktayız. Bilim insanlarının bu çeşitliliği belirlemeleri yıllarını almıştır ve hâlâ da almaktadır.
Hektarlarca araziyi yapılaştırdığımızda yerini aldığımız biyolojik çeşitliliği görmekten gelmekteyiz. Avusturya’da Viyana yakınlarında yapılan bir araştırmaya göre 14,7 hektarlık bir alanda rastgele seçilen 13 farklı deneme (plot) alanında toplamda 900 farklı mantar türü belirlenmiştir. Söz konusu çalışma 7 yıl sürmüştür. Malezya yarımadasında yapılan bir araştırmada ise; 50 hektar içerisinde 814 farklı ağaç türü tespit edilmiştir. Yine yapılan başka bir araştırma; Peru’da 97 hektarlık bir alanda 245 yerleşik kuş türünün tespit edildiğini göstermiştir. Bu çalışmalar da yıllarca sürmüştür.
İnsanın rolünün doğaya hükmeden mi yoksa doğanın parçası olmaya çabalaması mı tartışmasından uzak bilimsel veriler ve biyolojik çeşitliliği gözler önüne seren ciddi araştırmalar, insanın asıl rolünün ‘doğanın koruyucu türü’ olması gerektiğini net bir şekilde göstermektedir. Şimdiye değin tükettiğimizin, kullandığımızın ve tahrip ettiğimizin geri dönüşümünü yapmak bilimsel anlamda güçtür. Fakat bundan sonrası için tahribatı ve doğaya olan müdahaleyi azaltmak şimdiki durumdan çok daha iyi olacağı kesindir.
Doğayla savaş halinde değil, doğayla barışık yaşamak, doğa ile iç içe yaşamak gayet mümkündür. İçinde yaşadığımız şehirlerin doğal afetlerden ne düzeyde zarar gördüğü bizim doğayı ne düzeyde anlayıp öğrendiğimizi göstermektedir. Söz gelimi heyelan riskinin olduğu bölgelerde yapılaşmak doğayla savaşmaktır. Kayaçları bilmemek, yerleşim yeri olarak kullanılacak yerin ana kayası (zemin-toprak yapısı, jeolojisi) bilinmeden ‘yerleşmek’ ve hatta tarım arazisi dışında kullanılmayacak daha yumuşak ana kayalarda yapılaşmak da doğayla savaşmaktır ve sonucu afetlerle hüsrana uğramaktır.
Örneğin; su akımlarını (gelgit akımlarını), tsunamileri bitkiler ile indirgemek ve bu sayede korunmak mümkündür. Doğru yere, doğru zamanda, doğru bitki ekmek/dikmek ile doğayı öğrenip ona göre hareket etmek mümkündür. Güney Pasifik bölgesinde tsunami akıntılarını önlemek amacıyla 100 metre boyunca Japon gülleri (Hibiscus tilliaceus) dikilmiş ve sonuç başarılı olmuş, su akımları engellenmiştir. Bu gibi ufak ama ciddi çözümler afetlerden insanları koruyabilir.
Çözümler kâğıt üzerinde kolay gözükmektedir. Bu çözümler uygulamaya geçirilince de kolayca geçirilebilirler. Fakat zor olan hâlihazırdaki sorunu düzeltmek, hâlihazırdaki yapılaşmamızı doğayla barışık hale getirmektir. Zor olan ve zaman alan doğa ile barışık, doğayı tanıyan/bilen şehirler, köyler, mahalleler kurmaktır ama şu da kesindir ki imkânsız değildir.
Korunan alanlarla sınırlı, doğaya müdahalenin kontrollü ve geri dönüşümlü şekilde olduğu kentler kurmak mümkün iken hâlihazırdaki korunan alanları yapılaştırmak, yapılaştırılsa dahi plansız, kontrolsüz yapılaştırılması yine doğayla savaş halinde olmaktır ve sonucu afettir.
Kaynaklar:
Navjot S. Sodhi, Paul R. Ehrlich (eds.). 2010. Conservation Biology for All. Oxford University Press Inc., New York.
WFO (The World Flora Online). 2023. Erişim: http://www.worldfloraonline.org/, Erişim Tarihi: 05.03.2023.